1915 Tartışılırken Gözden Kaçırılanlar

Savaştan Barış Yaratmak

Savaştan Barış Yaratmak

Modern Türkiye’nin kurucusu ve mimarı Kemal Atatürk, Trablusgarp’ta İtalyan, Çanakkale’de İngiliz, Fransız, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı, Doğu Anadolu’da Rus ve Batı Anadolu’da da Yunan ordularıyla savaşan bir deneyimli asker ve devlet adamı olarak tarihte hak ettiği yeri almıştır. Bu nedenledir ki, ölümünden 69 yıl sonra, şu anda bulunduğumuz Genelkurmay Karargâhının az ötesinde, Anıtkabir diye bilinen ebedi istirahatgâhı, 2005 yılında 4 milyon, 2006 yılında 8 milyon Türk ve yabancı tarafından ziyaret edilmiştir.
Büyük Komutan’ın karizmatik kişiliği ve felsefesi ülkesinin sıradan yurttaşlarından, dünya uluslarının saygıdeğer temsilcilerine kadar, Anıtkabir ziyaretçilerinin hafızalarında taptaze bir iz olarak yaşamaktadır.
Sanırım, Doğu Akdeniz coğrafyasında bir modern ulusun ve laik cumhuriyetin yaratıcısı olan bir askerin “savaş” kavramını nasıl tanımladığını biliyorsunuz.
Ancak yine de pek çok hayranı gibi benim de büyülendiğim bu tanımı sizlere bir kez daha aktarmak istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Ordularının Ebedi Başkomutanı’na göre;
“Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir”.
Yani açıkça, “savaş”ın cinayet olarak anlaşılmaması için “zorunlu” olması gerekir, diyor.
İnsani açıdan bundan güçlü bir tanım yapmak mümkün müdür, bilemiyorum?
Üstelik bu tanımın sahibi, bir askeri dehadır; muharebe alanlarında gözünü kırpmadan çarpışan bir kahramandır.
1915 yılında çok sıcak bir Ağustos gecesinin şafağında Gelibolu’da, askerlerine, “Size ölmeyi emrediyorum!” diye seslenmiştir.
Hep şunu düşünmüşümdür:
Acaba, bir komutan, “savaş” için niçin böyle bir tanım yapmıştır?
Niçin, “savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir,” demiştir?
Kemal Atatürk, cephelerde, başka ulusların ordularına karşı muharebeler, meydan savaşları yönetmiş bir askerdir.
O, kendi evlatlarının Balkan Savaşı’nda, Dünya Savaşı’nda ve Türk İstiklal Savaşı’nda çarpıştığı öteki orduların dünyasını da gözlemledikten sonra bu tanımı yapmıştır.
Yani, savaşın içinden, karşılaştırmalı gözlemlere dayalı bir tanım.
Burada hemen ifade etmek isterim:
1923 yılında, 600 yıllık ömrünü tamamlamış bir imparatorluktan kalan son topraklarda yeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu savaş tanımının bir sonucudur.
1918’de Mondros Ateşkesi’nde, dört yıl süren kanlı savaş biterken, Türkiye’ye dayatılan model adaletsizdir.
Atatürk’ün liderliğinde Türkler bunun üzerine Ankara’da, yeni bir meclis ve ordu kurmuşlardır ve “zorunlu” olarak savaşmışlardır.
Komutan, askeri zaferi kazandığı o tarihi anda, ordusuna ve ulusuna bu defa yeni ve ebediyen sürecek bir hedef göstermiştir.
“Yurtta barış, dünyada barış!”
Bu hedef, Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez devlet politikası olarak bugün de sürdürülmektedir.
Ben bu evreyi “savaştan barış yaratmak” olarak adlandırmaktayım.
Komutan Atatürk, bu yeni evrede, Türk ulusunu Balkan Savaşı, Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nın dayanılması imkânsız trajedileri ile ebediyen baş başa bırakmak istememiştir.
Muzaffer Komutan, ulusunun bu felaketler döneminden hayatta kalabilen kadın ve erkek bireylerine, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak ve aşmak hedefini göstermiştir.
Kadın ve erkek bütün Türklerden, insanlığın ortak hazinesine katkılar yaparak bölge ve dünya barışına hizmet etmelerini istemiştir.
Kahraman Asker ve Ulusu bu yolda ilk somut adımı Lozan Barış Antlaşması ile atmıştır.
Lozan’da, 1919–1922 Savaşı’nda Batı Anadolu’da göğüs göğse çarpıştığı ülkenin evlatlarıyla barışmıştır.
18 Mart 1934 günü de, Büyük Savaş’ta, Gelibolu Yarımadası’nda Türk kuvvetlerine karşı çarpışırken can veren İngiliz, Fransız, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin acılı annelerine seslenmiştir.
Büyük İnsan, 1453 yılından beri Türk başkenti olan İstanbul’u ele geçirmek amacıyla Gelibolu Savaşları’nda canlarını veren Müttefik askerleri için şunları söylemiştir:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!”
“Burada bir dost vatanın topraklarındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.”
“Sizler, Mehmetçikle koyun koyunasınız.”
“Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!”
“Gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır.”
“Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır.”
“Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Yeni Türkiye’nin cumhuriyetçi kuşakları, komşularıyla ve öteki dünya uluslarıyla ve ordularıyla geçmişte kalan ihtilaflardan beslenmemişlerdir.
Yeni kuşaklar, kin, öfke ve intikam duygularına dayalı, sürekli saldırganlık peşinde koşan bireyler olarak eğitilmemişlerdir.
Ancak, derin bir acı ile gözlemlemekteyim, dünyamızda her ulus, her devlet, her lider, Büyük Savaş sonrası ilişkilere ve barışa Atatürk gibi bakmamaktadır.
O nedenledir ki; bugün Türk Ulusu, 90 yıl önce, bütün insanlığı mahveden bir inanılmaz felaketin, Dünya Savaşı’nın asker ve sivil ölülerini milliyetlerine göre ayıran çağdışı bir anlayışın intikamcı tahrik ve kışkırtmaları ile yüz yüzedir.
Dünya tarihinde gerçeklerin engizisyon kararlarıyla çarpıtılması olarak tanımladığım bu yeni tür saldırganlık, Ortaçağ zihniyetini bir kez daha hortlatmıştır.
Uygar dünyanın değerlerine gönülden inanmış bir akademisyen olarak, bazı Müttefik ülkelerin parlamentolarında, “1915 olayları” üzerine alınan “soykırım” kararları karşısında, ulusumuzun bütün bireyleri gibi ben de çok şiddetli bir insani tepki duymaktayım.
Bununla birlikte, bir Türk olarak, bu kararlara karşı haklı insani tepkimi dizginlemek zorundayım.
Türk Ulusu’na ve onun güvenilir dostlarına karşı saldırgan bir üslupla sürdürülen, tarih, akıl, bilim ve hukuk-dışı bir engizisyonun değerlendirmesini yapmak için huzurunuzda bulunuyorum.

You may also like...

Bir yanıt yazın